IMF ve Dünya Bankası borç verdikleri ülkelere dayattıkları ekonomik programlarda tarım politikalarında değişimi zorlamış, tarımsal nüfusu küçültmelerini istemiştir. Çünkü tarımsal nüfusun yoğun olduğu ülkeler aynı zamanda gıda üretiminde kendine yetebilen, gıda da dışa bağımlı olmayan ülkelerdir ve kontrol edilebilmeleri de zordur.
Adnan Çobanoğlu - Üzüm-Sen Genel Başkanı
Üzümün anavatanı Anadolu ve Kafkaslar’dır. Üzüm, M.Ö. 5000’lerde kültüre alınmış ve yaygınlaştırılmış bir bitkidir. Dünyada 10 binin üzerinde üzüm çeşidinin olduğu söylenir. Tekirdağ Bağcılık Araştırma Enstitüsü Milli Koleksiyon Bağı’nın yaptığı çalışmaya göre Türkiye’de 1200 civarında üzüm çeşidi olduğu saptanmıştır.
Türkiye’deki üzüm üretim şeklinin temel biçimi küçük aile tarımı niteliğindedir ve 100 bin civarındaki ailenin geçim kaynağı üzümdür. Sofralık yaş üzüm tüketiminin ve şaraplık üzüm tüketiminin büyük bir kısmı yurtiçinde gerçekleşir. Üretimin küçük bir bölümü ise ihraç edilir. Kuru üzümün ise büyük bir bölümü ihraç edilir. Ege Bölgesi çekirdeksiz sofralık yaş ve kuru üzümün merkezidir. Bağ alanı ve üretim miktarı açısından Ege Bölgesi’nden sonra Türkiye’nin ikinci önemli bölgesi Akdeniz Bölgesi’dir. Akdeniz Bölgesi’nde ilk turfanda erkenci üzümler, Marmara Bölgesi’nde ağırlıkla şaraplık üzümler (Şarap üretiminin %40’ı Marmara Bölgesi’ndedir), Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde ise şaraplık ve çekirdekli kurutmalık üzümler yetiştirilir. Dünya kuru üzüm üretim sıralaması yıllara göre değişse de Türkiye genellikle 1’inci sıraya oturmaktadır. Türkiye’ye sadece kuru üzüm ihracatının sağladığı gelir 500 milyon dolar civarındadır.
Üretici birlikleri, dış müdahaleler ve teslimiyetçi iktidarlar TARİŞ’in kökeni Cumhuriyet öncesine dayanır. 20. yüzyıl başlarında Ege Bölgesi’nde o zamanki incir ve üzüm ihracatçılarının tekellerinin (gıda ihracat tekellerinin) etkisinin kırılması amacıyla Aydın İli Valisi (İzmir de Aydın iline bağlı bir şehirdir) Vali Rahmi Bey’in teşviki ile 1912 yılında ilk kooperatifleşmenin adımı incir üreticileri tarafından atılmış daha sonra da üzüm üreticileri kooperatifleşmeye başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı neoliberal tarım politikaları uygulanmaya başlanmadan önce hükümetler her yıl taban fiyat açıklaması yaparak bu birliklere (TARİŞ, FiSKOBİRLİK, ÇUKOBİRLİK gibi) destekleme alımı yaptırarak piyasayı düzenlemeye çalışıyor, ürün fiyatlarını gıda ihracatçısı tekellerin insafına bırakmamayı amaçlıyordu. TEKEL vasıtasıyla da gerek sigara üretimi yaparak tütün üreticisini, gerekse de alkollü içecek yaparak şaraplık üzüm üreticisini desteklemeye çalışıyordu.
Ancak IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı Tarım Politikaları’nda Tarımsal KİT’lerin, Tarım satış kooperatifleri birliklerinin tasfiyesi ve taban fiyat politikalarından, destekleme alımlarından vazgeçilmesi vardı, 12 Eylül’den bu yana gelen bütün hükümetler buna uygun davrandı hatta neoliberal politikaları uygulama yarışı içine girdiler taban fiyat uygulamalarından ve destekleme alımlarında vazgeçtikleri gibi birliklerin tepesine “Üst Kurul”lar atayarak Birlikleri TARİŞBANK gibi bankalarından, TARİŞ İplik Fabrikası gibi tesislerinden vazgeçmeye, satmaya zorladılar. Böylelikle üreticiler yeniden gıda tekellerinin (hem de uluslararası tekellerin) karşısında savunmasız, devlet desteğinden yoksun ve örgütsüz bir durumda bırakılmış oldu. Neoliberal politikaların en katıksız uygulayıcılarından olan AKP hükümetleri döneminde bir çok üründe olduğu gibi bağ alanları sürekli geriledi, üzüm üreticileri bağlarını köklemek, satmak, enerji şirketlerine terk etmek zorunda kaldılar. 2000’li yılların başında tütün ve şeker üretimini bırakmak zorunda kalan, farklı ürün arayışı içine giren üreticilerin bağ dikmesi; gerek devlet eliyle, gerekse de hammadde ihtiyacı hisseden şarap fabrikaları eliyle teşvik edilirken 2013 yılında 5.300.000 dekar alanda yapılan üzüm üretimi 2016 yılında 4.352.269 dekara geriledi. (bkz. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ve TÜİK verileri)
Peki bu duruma nasıl gelindi? İkinci Paylaşım Savaşı’ndan güçlü çıkan emperyalist devletler ABD’nin öncülüğünde dünya ekonomisi ve ticaretini yönetebilecek, kendilerine bağımlılığı artırabilecek, azgelişmiş ülkeleri kontrol edebilecek, yeni bir organizasyon arayışı içine girmişlerdir. Bu amaçla 1945’te Uluslararası Para Fonu’nu (IMF), 1946 yılında Dünya Bankası’nı (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) kurmuşlar, daha sonra Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) dönüşecek olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nı (GATT) 1947 yılında imzalayarak 1948 yılında yürürlüğe sokmuşlardır. Amaç bellidir; ticareti serbestleştirmek, azgelişmiş ülkeleri ve onların sanayi ve tarımsal üretimlerini kontrol etmek, kendi uluslararası şirketlerine bağımlılığı artırmak, tarımsal alanda “Gıda Egemenliği”ni ele geçirmek. Azgelişmiş ülkelerin gıda da kendine yeterliliklerinden rahatsız olmuş, bu amaçla da IMF ve Dünya Bankası borç verdikleri ülkelere dayattıkları ekonomik programlarda tarım politikalarında değişimi zorlamış, tarımsal nüfusu küçültmelerini istemiştir. Çünkü tarımsal nüfusun yoğun olduğu ülkeler aynı zamanda gıda üretiminde kendine yetebilen, gıda da dışa bağımlı olmayan ülkelerdir ve kontrol edilebilmeleri de zordur. Türkiye’nin “24 Ocak Kararları”nı ve daha sonraki IMF, Dünya Bankası ve AB ilişkilerine baktığımızda sürekli olarak hükümetlere dayatılanın tarımsal üretimdeki nüfusu azaltması, taban fiyat uygulamalarından, destekleme alımlarından vazgeçilmesi olduğunu görürüz. O günden bu yana ülkemizdeki bütün hükümetler de buna uygun davranmışlardır. Bir zamanlar Ortadoğu’ya canlı hayvan ve karkas et ihraç eden bir ülke iken, bugün et ithal eden bir ülke konumuna düştüysek, buğday, mercimek gibi ürünleri ihraç eden bir ülke iken, bu ürünleri ithal eden bir ülke haline geldiysek bunun nedeni uluslararası gıda şirketlerinin emperyalist ülkeler ve onların kurup, denetledikleri organizasyonları (IMF, Dünya Bankası, DTÖ vb.) aracılığıyla dayattıkları politikaları Türkiye’deki hükümetlerin harfiyen uygulamalarının sonucudur. Serbest piyasa hiçbir zaman üretici, emekçi dostu olamaz, serbest piyasada her zaman “büyük balık küçük balığı yutar” kuralı hakimdir. Neoliberal tarım politikalarının amacı da budur. Küçük üreticilerin yok edilerek, gıda üretiminin büyük şirketlerin denetimine geçmesi amaçlanmaktadır. Türkiye de de adım adım bu yapılıyor. 2012 yılında kuru üzüm alım fiyatı 5,5 TL iken, 2013 yılında 4,20 TL ye düşürülmüştür, her yıl değişik bahanelerle bu fiyatların düşmesi devam ettirilmiştir. Maliyet hesabı bile yapılmadan fiyatlar belirlenmektedir. 2017 yılında da Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı sözde “ihracatçı şirket ve tüccarların rekolte ve fiyat manipülasyonuna meydan vermemek için”, rekolte tahmin raporunu kendisinin açıklayacağını ilan etmiş, ama şirketlerin rekolte tahmin raporlarından daha kötü, raporlamayı bile kamuoyuyla paylaşmadan rekolteyi ilan etmiş ve üreticinin maliyet hesabını göz ardı ederek kuru üzümün alım fiyatını 4 TL olarak açıklamıştır. Halbuki sofralık yaş üzüm ihracatının geçen yıl olduğu gibi “uçak krizi” nedeniyle Rusya’ya ihracat kapalı değil, Suriye ve Irak’taki karışıklıklar, çatışmalar nedeniyle Arap ülkelerine gidemeyen TIR’lar deniz yoluyla gidebilmekte, bu nedenle de Arap ülkelerine ihracat yapılabilmekte, yaş ve kuru üzüm fiyatlarının bu yıl artması beklenirken Sayın Bakan’ın açıkladığı rekolte ve fiyat nedeniyle piyasada fiyatlar yükselmediği gibi düşme eğilimi göstermiştir. 2017 yılında sofralık kuru üzümün üreticilere kg maliyeti (çıplak arazi değeri faizi ve bağ tesis masrafı amortisman payı olmadan) 4,40 TL’dir, maliyet+ %25 kar payı+insanca yaşam payı (%10) hesaplaması ile 1 kg çekirdeksiz kuru üzümümün en az 6 TL’ye satılması söz konusu olursa üretici kar etmiş ve ayakta kalabilme, üretimini devam ettirebilme şansına sahip olmuş olur. Ayrıca normal muhasebe kurallarına göre aslında bu maliyete şirketlerde olduğu gibi, Tesis masrafları Amortisman Payı ve Çıplak arazi değerinin faizinin de eklenmesi gerekir bu durumda da kuru üzümün kg maliyeti 7,84 TL’ye çıkmaktadır. O zamanda 6 TL fiyat bile maliyetin altında kalmaktadır. Şirketler üreticilerin kullandığı ilaçları, girdileri satarken kendi fiyatlarını bu hesaba göre belirlemektedirler.
Hatta, hatta devlet teşekkülleri bir mal veya bir hizmet sattığında da fiyatlarını bu şekilde belirlemektedirler. Geçen yıl üreticilerden 3 TL’ye alınan üzümler Avrupa’da marketlerde 50 TL (13 Euro) ile 60 TL (15 Euro) arası satılıyordu, aradaki farkın kimlerin cebine gittiği açıktır. AKP hükümeti çıkarttığı yasalarda yaptığı uygulamalarda küçük üreticiyi değil şirket tarımını, gıda ticareti yapan şirketleri, tarım arazilerini yok eden maden ve enerji şirketlerini, uluslararası zirai ilaç ve tohum şirketlerini korumuş, kollamış, desteklemiştir. Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanı sözde “2017 yılı Kuru üzüm Tahmini Rekolte Raporu”nu açıklamış ama üreticilerin üretimde yaşadığı sorunlardan ve ekonomik ve sosyal sorunlarından hiç bahsetmemiştir. Alaşehir, Salihli, Aydın ovalarını örümcek ağı gibi saran jeotermal elektrik santrallarının ekolojiye ve üzüm üretimine verdiği zararların araştırma sonuçlarından hiç bahsetmemiştir. Siyanürlü liç yöntemiyle altın çıkartılan Eşme Kışladağ altın madeninin siyanür havuzlarının yağmur yağdığında Sarıgöl Ovası’ndaki üzüm bağlarının üzerine asit yağmuru olarak yağdığından, bu nedenle de üzüm üreticilerinin üzüm bağlarındaki üzümlerini koruyabilmek için petrol ürünü örtülerle on binlerce dekar bağın üzerine örtmek zorunda kaldığından, bundan dolayı da maliyetlerinin arttığından, ülkenin de döviz kaybı yaşadığından hiç söz etmemiştir. Üreticileri koruyacak ticari yasaları çıkartmadıklarından dolayı her yıl binlerce üzüm üreticisinin dolandırıcılar tarafından dolandırılmasına zemin hazırladıklarını dile getirmemiştir. Bütün tarımsal ürünlerde olduğu gibi üzüm üreticileri de için için kaynamakta, Anayasa referandumu sırasındaki tutumlarıyla AKP’nin uyguladıkları politika ve uygulamalara sessiz bir tepki gösterdiler. Üreticilerin sessiz tepkilerini gören, bu doğrultuda bir politika üretebilen bir siyasal irade ortaya koyulabildiği ölçüde üzüm üreticileri de ortaya çıkan seslere kendi seslerini katacaklar mücadeledeki yerlerini alacaklardır. 28 Eylül’de “Adalet Yürüyüşü”nün devamı olarak Alaşehir’de “Üzümde Adalet Çalıştayı ve Mitingi” yapılacak. Üzüm Üreticileri Sendikası (ÜZÜM-SEN) da bu ‘Adalet Arayışı’ndaki yerini alacaktır.